İnsanın Ekosistemler Üzerine Etkisi

İnsan nüfusunun hızlı artışı barınma, yiyecek, giyecek vb gibi gereksinimlerin de artmasına neden oluyor.

Bunlar da yeni yerleşim alanlarını, yeni ve daha fazla tarım alanlarını, yeni endüstriyel yatırımları da beraberinde getiriyor. Bu etkinliklerin tümü doğal ekosistemlerin işleyişi, enerji akışı ve kimyasal döngüler üzerinde olumsuz etki yapar. Bu etkiler bölgesel olabildiği gibi çok geniş alanları da etkileyebilir.

Örnek vermek gerekirse, tarımda kullanılan endüstriyel gübreler, fosil yakıtlar, zehirli maddeler, insan etkinliklerin atmosferdeki karbondioksit oranını artırması, ozonu azaltması gibi etkenler ekosistemlerdeki enerji akışını, kimyasal döngüleri ve besin zincirini bozar.

Konuya ait video için tıkla ==>

Biyoçeşitlilik

İnsan etkinliklerinin bir sonucu da biyoçeşitliliğin azalması üzerinedir. Bu etkinlikler türlerin doğal yaşam alanlarının bozulmasına, istilacı türlerin yeni ortamlara girmesine, doğal toplulukların aşırı kullanılmasına, besin zincirinin bozulmasına neden olur.

Biyoçeşitliliğin azalmasında en büyük etkiyi doğal yaşam alanlarının bozulması yapar. Yeni yerleşim yerleri, tarımsal etkinlikler, ormancılık, madencilik doğal yaşam alanlarının bozulmasına neden olur. Dünya Doğa Koruma Birliği (IUCN), soyu tükenen veya tehlike altında olan, az rastlanan türlerin yaklaşık %75’inin doğal yaşam alanlarının bozulduğunu belirtiyor.

Doğal yaşam alanlarının bozulması, yalnız karasal ekosistemlerde değil, sucul ekosistemlerde de gerçekleşiyor.

Doğal yaşam alanlarının bozulmasının yanı sıra parçalara ayrılarak küçülmesi de biyoçeşitliliği azaltır.

ekosistemler-ve-biyocesitlilik

İnsanın ekosistemler üzerine etkisi (ekosistemlerdeki bozulmalar)

İnsan nüfusunun hızlı artışı barınma, yiyecek, giyecek vb gibi gereksinimlerin de artmasına neden oluyor. Bunlar da yeni yerleşim alanlarını, yeni ve daha fazla tarım alanlarını, yeni endüstriyel yatırımları da beraberinde getiriyor. Bu etkinliklerin tümü doğal ekosistemlerin işleyişi, enerji akışı ve kimyasal döngüler üzerinde olumsuz etki yapar. Bu etkiler bölgesel olabildiği gibi çok geniş alanları da etkileyebilir. Örnek vermek gerekirse, tarımda kullanılan endüstriyel gübreler, fosil yakıtlar, zehirli maddeler, insan etkinliklerin atmosferdeki karbondioksit oranını artırması, ozonu azaltması gibi etkenler ekosistemlerdeki enerji akışını, kimyasal döngüleri ve besin zincirini bozar.

Endüstriyel gübreler

Tarımda kullanılan endüstriyel gübrelerin aşırı kullanımı ekosistemin işleyişini bozar. Peki bu nasıl gerçekleşir? Tarım yapılan arazilerde öncelikle doğal bitki örtüsü temizlenir. Sonra tarım yapılır. Hasatla birlikte besin maddeleri de ortamdan uzaklaşır. Bu durum zaman içinde toprağın besin maddeleri açısından fakirleşmesine neden olur. Bitkilerin ortamdan uzaklaşmasıyla bitki dokularındaki kullanılabilir azot da uzaklaşır; topraktaki nitratı alacak bitkiler olmadığından ortamdaki nitrat da uzaklaşmış olur. Bu durumu önlemek, toprağın verimini artırmak için bu besin maddelerinin toprağa dışarıdan verilmesi gerekir. Besin maddeleri toprağa gübre verilmesiyle sağlanır. Ancak ekosistemlerin bu besinleri alma kapasitesi sınırlıdır. Bu kapasitenin aşılması, topraktaki fazla besinin akarsulara ve yeraltı sularına karışarak göllere, denizlere ve okyanuslara taşınmasına neden olur. Buna ek olarak lağım suları ve fabrika atıklarından kaynaklanan azot ve fosfor gibi besin maddeleri de sucul ortamlara taşınır. Burada miktarları aşırı derecede artan bu besin maddeleri birincil üreticiler tarafından alınır ve birincil üreticilerin sayısı aşırı biçimde artar. Alglerin ve siyanobakterilerin yol açtığı bu olgu “alg patlamaları” olarak da bilinir. Aşırı artış sonucu sucul ortamdaki oksijen seviyesi zamanla azalır, organizmalar ölmeye başlar ve dibe çöker. Dipteki ayrıştırıcılar, bu organizmaları ayrıştırırken dipteki oksijeni tüketir. Sonuçta sucul ortamda yaşam durma noktasına gelir.

Fosil yakıtlar

Kömür, petrol, doğalgaz gibi fosil yakıtların kullanılması sonucu atmosfere kükürt ve azot içeren gazlar salınır. Bu gazların su buharıyla tepkimeye girmesiyle sülfürik asit ve nitrik asit oluşur. Bunlar da pH’si 5,6’dan düşük asit yağışları (yağmur, kar ve sis) olarak yeryüzüne geri döner. Asit yağışları sucul ekosistemlerin pH seviyesinin düşmesine neden olurken karasal ekosistemlerin kimyasal yapısını da değiştirir. Fosil yakıtların kullanılması sonucu sadece bölgesel alanlar değil çok geniş alanlar etkilenir. Örneğin Büyük Britanya kaynaklı kimyasal atıkların yol açtığı asit yağmurları Norveç’teki göllerde yaşayan balıkların ölümüne neden olmuştur. Norveç ve İsveç göllerinde pH 5,4’ün altına düştüğünde balık sayısında büyük bir azalma meydana geldiği biliniyor.

Zehirli maddeler

Sentetik olarak üretilen kimyasal maddeler doğal ekosistemlere girdiğinde önceden tahmin edilemeyen sonuçlara yol açabilir. Bu maddelerin bazıları zehirli olabilir, bazıları da doğaya bırakıldıktan sonra bazı tepkimelere girerek çok zehirli maddelere dönüşebilir. Örneğin plastik üretiminin yan ürünü olan cıva sucul ortamlara çözünmemiş olarak bırakılır. Dipteki bazı bakteriler cıvayı, metil cıvaya dönüştürür. Metil cıva çok zehirli ve çözünebilir bir bileşiktir. Organizmaların dokularında biriken bu madde planktonlardan başlayarak balıklara kadar gelir. Balıkların da insanlar tarafından tüketilmesiyle insana geçer. Bir başka örnek olarak DDT kullanımı verilebilir. DDT (dikloro difenol trikloroethan) çok zehirli bir böcek öldürücüdür. Sivrisinekler ve tarım zararlıları için kullanılır. DDT yağ içinde çözünebilir olduğundan hayvanların yağ dokularında birikebilir. Besin zincirinde planktonlardan başlayarak balıklara, oradan da balıkla beslenen kuşlara ve insanlara geçebilir. DDT kullanımı yasaktır, ancak yasadışı olarak hâlâ kullanılmaktadır.

Atmosferdeki CO2 artışı

İnsan kaynaklı etkinlikler sonucu atmosferdeki karbondioksit ve diğer sera gazlarının oranının artması küresel ısınma, sera etkisi gibi sonucu henüz tam kestirilemeyen ancak çok ciddi olacağı tahmin edilen sorunlara yol açıyor. Peki, bu durum nasıl oluşuyor? Güneş’ten yeryüzüne gelen ışınların çoğu geri yansıtılır. Atmosferdeki CO2, metan, su buharı gibi gazlar bu ışınları yakalar ve tekrar yeryüzüne yansıtır. Sera etkisi olarak bilinen bu olay sırasında güneş ışınlarının bir kısmı atmosferde tutulur ve Dünya’nın ısınmasına yol açar. Sera etkisi olmasaydı yeryüzünün sıcaklığı -18 0C kadar olurdu ve yaşam şimdikinden çok farklı olurdu. Ancak atmosferdeki karbondioksit oranının artması, bu dengeyi küresel ölçekte sıcaklığın artışı yönünde bozmaktadır. Bu artışın ne kadar olabileceğine ilişkin çok sayıda modelleme çalışması var. Bunlara göre atmosferdeki CO2 oranının 21. yüzyılın sonuna kadar iki kat artacağı öngörülüyor. Bu da ortalama sıcaklığın 2 0C kadar artması anlamına geliyor. Yalnızca 1,3 0C’lik bir artışın bile Dünya’yı son 100.000 yılda olduğundan daha sıcak hale getireceği biliniyor. En kötü senaryoya göre, kutuplardaki buzulların tamamının erimesiyle deniz seviyesi bir miktar yükselecektir. Bu durum kıyı şeridindeki tarım alanlarının ve bazı yerleşim yerlerinin sular altında kalması demek. Bu ısınmanın geçmişteki ısınmalara göre çok hızlı gerçekleşecek olması da tehlikenin bir diğer boyutu. Birçok canlı bu duruma hızla uyum gösteremez. Özellikle de bitkiler ve mercan gibi hareket yeteneği olmayan hayvan türleri, geniş alanlara hızla yayılamamaları nedeniyle soylarını devam ettiremezler.

Ozon tabakasının incelmesi

Ozon tabakası atmosferin üst kısmında bulunan tabakadır. Bu tabaka yeryüzünden 17-25 km kadar yukarıda, ozon moleküllerinden (O3) oluşan koruyucu bir tabakadır. Bu tabaka sayesinde yeryüzündeki canlılar Güneş’ten gelen zararlı morötesi (ultraviyole) ışınlardan korunur. Çeşitli insan etkinlikleri sonucu, ozon tabakasına zarar verecek çok sayıda gaz atmosfere bırakılmıştır. Bunlardan en çok bilinenleri kloroflorokarbonlardır. Bu kimyasallar aerosol (deodorant vb.) kutularında, soğutucularda itici olarak kullanılmaktadır. Bu kimyasalların parçalanmasıyla oluşan ürünler atmosferde yükseldiğinde, içerdikleri klor ozon ile tepkimeye girer ve ozonu (O3) oksijen molekülüne (O2) indirgerler. Bunu izleyen kimyasal tepkimeler sonucunda klor serbest kalır ve diğer ozon moleküllerini indirgemeye devam eder. Tüm bunlar ozon tabakasının incelmesine ve Güneş’ten gelen zararlı morötesi ışınların yeryüzüne ulaşmasına yol açar. Ozon tabakasının incelmesi en çok Antarktika üzerinde ve az da olsa Kuzey Kutbu üzerinde görülür. Ozon tabakasının incelmesinin yeryüzündeki yaşam üzerinde çok olumsuz etkilerinin bilim adamlarınca devamlı olarak gündeme getirilmektedir. Birçok ülke kloroflorokarbon üretimini yasaklamıştır. Ancak kloroflorokarbon üretimi tüm dünyada tamamen dursa bile mevcut etkilerinin yüzyıl kadar daha süreceği tahmin ediliyor.

Biyoçeşitliliğin azalması

İnsan etkinliklerinin bir sonucu da biyoçeşitliliğin azalması üzerinedir. Bu etkinlikler türlerin doğal yaşam alanlarının bozulmasına, istilacı türlerin yeni ortamlara girmesine, doğal toplulukların aşırı kullanılmasına, besin zincirinin bozulmasına neden olur. Biyoçeşitliliğin azalmasında en büyük etkiyi doğal yaşam alanlarının bozulması yapar. Yeni yerleşim yerleri, tarımsal etkinlikler, ormancılık, madencilik doğal yaşam alanlarının bozulmasına neden olur. Dünya Doğa Koruma Birliği (IUCN), soyu tükenen veya tehlike altında olan, az rastlanan türlerin yaklaşık %75’inin doğal yaşam alanlarının bozulduğunu belirtiyor. Doğal yaşam alanlarının bozulması, yalnız karasal ekosistemlerde değil, sucul ekosistemlerde de gerçekleşiyor. En zengin çeşitliliğe sahip mercan resiflerinin %90’dan fazla bir kısmı insan etkinlikleri sonucu zarar görüyor. Bu hızla giderse mercan resiflerinin yarısının 30-40 yıl içinde yok olacağı öngörülüyor. Mercan resifleri okyanus tabanının %0,2’lik bir kısmını kaplıyor, ama balık türlerinin 1/3’lük kısmı mercan resiflerinde yaşar. Resiflerde yalnızca balık türleri değil çok sayıda omurgasız hayvan türü de yaşar. Doğal yaşam alanlarının bozulmasının yanı sıra parçalara ayrılarak küçülmesi de biyoçeşitliliği azaltır.

İstilacı türler (Yabancı türler)

Türlerin bir ortamdan başka bir ortama insan etkinlikleri sonucu taşınması biyoçeşitliliği azaltan diğer bir etkendir. Büyük ticari araçlar, türlerin bir yerden bir yere taşınmasında etkili. Büyük kargo gemileri, tırlar, konteynerler, kamyonlar, kargo uçakları gibi araçlarla türler kolayca bir ekosistemden başka bir ekosisteme taşınabiliyor. Bu durum görünürde herhangi bir tehlike oluşturmasa da ekosistemlerin doğal türleri üzerinde bir baskı oluşturur ve bazen de doğal türlerin yok olmasına neden olabilir. Bunlara birçok örnek vermek mümkün: Akdeniz’deki ve Kaliforniya’daki katil yosunlar, Karadeniz’deki taraklı denizanası, Guam’daki kahverengi ağaç yılanı, ülkemizdeki doğal alanlarda rastlanan ve evcil hayvan olarak beslenen Singapur kaplumbağası, ABD’deki Japon kudzu bitkisi gibi. Katil yosunlar (Caulerpa taxifolia) doğal olarak Hint Okyanusu’nda ve Karayip Denizi’nde bulunur. Doğal ortamında herhangi bir tehlike yaratmayan bu tür, Avrupa’ya ilk olarak 1980’lerde Almanya’daki deniz akvaryumları için getirildi. Akvaryumda bakımı kolay olan, rengi solmayan ve güzel görünüşlü bu yosun türü kısa sürede akvaryumcuların gözdesi oldu. Daha sonra Monaco’daki deniz akvaryumuna getirilen tür, yanlışlıkla boşaltım sistemine girerek denize karıştı ve 1984’te ilk kez Akdeniz’de görüldü. Başlangıçta küçük bir alanda yayılış gösteren katil yosun altı yıl boyunca küçük alanlarda kaldı. Bu sırada uyum sürecini başarıyla tamamlayarak gittikçe hızlı yayılmaya başladı. Bugün Batı ve Orta Akdeniz’de birçok ülkede görülüyor. Bilim insanları, doğal ortamında istilacı özellik göstermeyen bu türün Akdeniz’de istilacı olmasının nedenini, Akdeniz’de doğal düşmanının olmamasına ve akvaryumda daha dayanıklı hale gelmesine bağlıyor. Katil yosun 2000 yılında da Kaliforniya (ABD) kıyılarında görüldü ve yapılan genetik analizler sonucunda Akdeniz’deki ile aynı türden olduğu belirlendi. Buraya gemiler aracılığıyla geldiği tahmin edilen bu türün bölgeden temizlenmesi çok pahalıya mal olmuştur. Gemiler aracılığıyla taşınan bir başka tür de taraklı denizanasıdır (Mnemiopsis leidyi). Bu türün Karadeniz’e 1980’li yılların başlarında geldiği tahmin ediliyor. Çok hızlı çoğalabilme özelliği nedeniyle bu türün Karadeniz’deki kütlesinin 1989 yılında 1 milyar tona ulaştığı tahmin ediliyor. Bu durum Karadeniz’deki balıkçılığı durma noktasına getirmişti. Nedeni de taraklı denizanasının, hamsinin ve diğer birçok balığın besini olan zooplanktonlarla beslenmesidir. Zooplanktonlar besin zincirinde çok önemli bir yerdedir. Bunlar ortadan kalkınca fitoplanktonların sayısı çok artar ve ötrofikasyon denen kirlilik oluşur. Taraklı denizanasının etkisinin azalması yine gemiler aracılığı ile dışarıdan gelen başka bir taraklı hayvan olan, yamyam denizanası (Beroe ovata) sayesinde olmuştur. Yamyam denizanası yalnızca taraklı denizanasının yumurta ve larvalarıyla beslendiğinden taraklı denizanası toplulukları neredeyse yok olmuştur. İstilacı türlerden biri de Singapur kaplumbağasıdır (Trachemys scripta elegans). Anavatanı Güney Amerika olan bu tür, en çok tercih edilen evcil kaplumbağa türüdür. Ülkemizde bilimsel olarak kayıtlara geçmiştir. Özellikle Antalya’daki, Mersin ve İzmir’deki bazı tatlı sularda belirli topluluklar oluşturmuştur. Sahipleri tarafından bakılamadıkları için tatlısulara bırakıldıkları tahmin edilen bu türün bireyleri, yerel türlere ait bireylerle rekabete girmiş ve onlara baskınçıkmıştır. II. Dünya Savaşı sırasında bir askeri kargo uçağı ile Guam adasına yanlışlıkla taşınan kahverengi ağaç yılanı Guam’daki 12 kuş ve 6 kertenkele türünün soyunun tükenmesin neden olmuştur. Yine 1930’lu yıllarda ABD’de su kanallarının kenarlarındaki erozyonu önlemek için bir Japon bitkisi olan kudzu ekilmiş, hızla yayılan bu bitki bir süre sonra yerli bitkilerin yerini almıştır.

Aşırı kullanma ve besin zincirinin bozulması

Biyoçeşitliliğin azalmasına neden olan bir başka etken de aşırı kullanma, yani yabani bitki hasadının ve hayvanların avlanmasının çok miktarda ve kısa zamanda yapılmasıdır. Doğal toplulukların üremesi, büyümesi ve yeniden yavru yapacak hale gelmesi belirli bir zaman içinde gerçekleşir. Bu zaman beklenmeden avlanmaları, doğal toplulukların kendini yenileyememesine ve sayılarının azalmasına neden olur. Besin zincirinin bozulması az rastlanan bir olaydır. Bu durum, avcı bir tür sadece tek bir canlı türüyle beslendiğinde ortaya çıkar.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir