[Kayıt ol]   [Şifremi unuttum!
Kullanıcı adım:   Parolam:  
 
Yazar Mesaj   #23211  19-04-2011 14:49 GMT+2 saat  

moonlight


Admin


Tecrübe Puanı.: 96%
Ruh Hali: Neþeli
Mesaj 4213
Şehir: istanbul
Ülke:
Meslek: gecelerin adamı :))
Yaş: 36
Facebook'ta Paylaş
ULUSLAR ARASI HUKUK VE SELF-DETERMİNASYON HAKKI

Antropolojide etnik grup, genellikle aşağıda sıralan dört özelliği içinde barındıran toplumsal bir kategori olarak tanımlanır: Biyolojik olarak kendi varlığını sürdürebilen; açık bir şekilde ortak bazı temel kültürel değerlere sahip olan; karşılıklı etkileşim ve iletişimin olduğu bir alan yaratan; kendisi ve diğer etnik gruplara ait bireyler tarafından bir etnik gruba aidiyetle tanımlanan insanlardan oluşan toplumsal kategorilere etnik grup adı verilir. Diğer gruplarla aralarındaki açık kültürel farklar nedeniyle açıkça ayrı tutulabilen ancak üyelerince ayrı bir grup olarak tanımlanmayan veya farklılıklara özel bir anlam yüklenmeyen ve de bu farklılıklara bağlı olarak sosyal, ekonomik ve siyasal amaçlar gütmeyen etnik gruplar ise etnik kategoriler olarak tanımlanmaktadır.

Azınlık kavramı ise genel anlamı ile, içinde yaşanılan toplumda din, dil etnik köken veya kültürel farklılığın yanı sıra hakim topluluğa oranla nüfus olarak da az olmayı ifade etmektedir.

BM bünyesinde, Azınlıkların Korunması ve Ayrımcılığın Önlenmesi Alt Komisyonu, 1954 yılında azınlıkları “bir halk içinde hakim durumda bulunmayan ve halkın geri kalan kısmından bariz biçimde farklı, dinsel ya da dilsel özel geleneklere sahip bulunan ve bunları korumayı arzulayan gruplar” olarak tanımlamıştır. Aynı Alt Komisyonca görevlendirilen Francesco Capatorti’nin 1977’de Alt Komisyona sunduğu kapsamlı raporda ise azınlık şöyle tanımlanmaktadır: “Bir devletin halkının geriye kalan kısmından sayısal olarak aşağı durumda bulunan ve hakim konumda bulunmayan, üyeleri halkın geri kalan kısmından farklılık gösteren etnik, dilsel ya da dinsel özelliklere sahip ve kültürünü, geleneklerini dilini ya da dinini korumaya yönelik bir dayanışma duygusuna sahip bulunduğunu sarih bir biçimde sürdüren grup”.

Değişik azınlık tanımlarındaki ortak ve temel özellikler şöyledir: O ülkenin vatandaşı olması, din, dil ve ırk bakımından ülke çoğunluğundan farklı olması, kendi kültürlerini, din, dil ve geleneklerini koruma ve yaşatma isteğine sahip bir grup olması. Bu özelliklere sahip olan, yani din, dil ve ırk bakımından tanımlanmış çoğunluktan farklı her grubun sosyolojik olarak olsa bile hukuki olarak azınlık statüsünde tanımlanmaları mümkün olmayabilir. Bu noktada devletlerin yaşam alanlarına müdahaleler gündeme gelebilmektedir. 1991’de Cenevre’de yapılan AGİT Uzmanlar Toplantısı’nda da bütün etnik, kültürel, dilsel ya da dinsel farklılıkların mutlaka ulusal azınlıkların yaratılmasına yol açmayacağı belirtilmiştir. Uluslar arası hukuk, dinsel, etnik, dini ve milli azınlıkların varlığını kabul etmekte, ancak azınlık kavramını tanımlamamaktadır. Devletlerin, azınlıkların korunmasını ertelemek ve hatta bulanıklaştırmak için tanım vermekten kaçındıklarından şüphe edilmektedir.
I. Dünya Savaşı’ndan sonra dağılan imparatorlukların toprakları üstünde kurulan devletler de azınlık sorunlarıyla karşılaştılar. Milletler Cemiyeti 1920’de aldığı bir kararla azınlıkların haklarını güvence altına almayı kabul etmişti. Azınlıkların, hakları konusunda yapacakları başvurular izlenecekti. Ancak Cemiyet’in ilgisi sınırlı, müdahaleleri az ve etkisiz kaldı. İlke olarak grupların değil “ülkelerin parçalanmamaları için” şahısların haklarının korunması göz önünde tutuldu. Azınlık sorunlarını kendi içişleri sayan devletlerin tepkileri düşünülerek, şahısların korunması ilkesi seçilmişti. BM’nin uygulaması da benzer oldu. BM Anlaşması’nın 27. Maddesi’nde de “Azınlıklara mensup kişiler”in korunmasından söz edilmiş fakat halkların geleceklerinin kendileri tarafından belirlenmesi hakkı onaylanırken, devletlere müdahale görüşü taraftar bulmamıştır.

Azınlıkların korunmasına ilişkin hükümlere, sadece kolaylıkla değiştirilebilecek ya da geri alınabilecek olan yasalarda değil devlet anayasasında da yer verilmelidir. Azınlık hakları olabildiğince özelleştirilerek telaffuz edilmeli, çoğunluktaki ulusal gruba mensup makamların yorumuna açık genel terimlerden kaçınılmalıdır.

“Avrupa Konseyi’nin (AK) Ulusal Azınlıkların Korunmasına İlişkin Çerçeve Sözleşme’de alınan karardan bir kısmı şöyledir:

Avrupa Konseyi üyesi devletlerin Devlet ve Hükümet Başkanları’nın 9 Ekim 1993’de Viyana’da kabul ettikleri Bildirge’nin gereğini yerine getirmeyi dileyerek;

Kendi ülke sınırları içinde ulusal azınlıkların varlığını korumakta kararlı olarak;

Avrupa tarihindeki altüst oluşların, ulusal azınlıkların korunmasının bu kıtada istikrar, demokratik güvenlik ve barış için vazgeçilmez olduğunu gösterdiğini göz önünde tutarak;

Çoğulcu ve gerçekten demokratik bir toplumun, ulusal azınlığa mensup her kişinin yalnızca etnik, kültürel, dilsel ve dinsel kimliğine saygı göstermekle kalmayıp, onların bu kimliği ifade etme, koruma ve geliştirmelerini sağlayan uygun koşulları da yaratması gerektiğini göz önünde tutarak;

Kültürel farklılaşmanın, her topluluk için bir bölünme değil, zenginlik kaynağı ve öğesi olabilmesini sağlamak için bir hoşgörü ve diyalog ikliminin yaratılmasının gerekli olduğunu göz önünde tutarak;

Hoşgörülü ve müreffeh bir Avrupa’nın gerçekleştirilmesinin yalnızca devletler arası işbirliğine dayanmadığını ve ayrıca, her devletin anayasasını ve ülke bütünlüğünü ihmal etmemek kaydıyla, yerel ve bölgesel yönetimler arasında sınır ötesi işbirliğini de gerektirdiğini göz önünde tutarak;

İnsan Hakları ve Temel Hürriyetlerin Korunmasına İlişkin Sözleşme ve Ek Protokollerini dikkate alarak;

Birleşmiş Milletler sözleşmeleri ve bildirgeleri ile Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı belgeleri, özellikle de 29 Haziran 1990 tarihli Kopenhag Belgesi’ndeki ulusal azınlıkların korunmasına ilişkin taahhütleri dikkate alarak;

Üye Devletlerde ve bu belgeye taraf olacak diğer devletlerde, hukukun üstünlüğü içinde, devletlerin ülke bütünlüğüne ve ulusal egemenliğine saygı göstererek, ulusal azınlıkların ve bu azınlıklara mensup kişilerin hak ve hürriyetlerinin etkili korunmasını sağlamak için saygı gösterilmesi gereken ilkeleri ve bu ilkelerden kaynaklanan yükümlülükleri tanımlamakta kararlı olarak...”
BM’nin 1945 yılında kuruluşuna kadar, insan haklarının korunması bağlamında vurgu yapılan konu, bireyin ve birey topluluklarının kendi geleceklerini özgürce belirleyebilecekleri bir düzen içinde yaşama hakkı olmuştur. Bu kavram, bugün, kendi geleceğini ya da kaderini tayin hakkı (right of self-determination) olarak tanımlanmakta ve birbirinden farklı iç ve dış boyutları açısından değerlendirilmektedir; ayrıca tüm hak ve özgürlüklerin temeli olarak tanımlanmaktadır.

Halkların kendi kaderini tayin hakkı, her halkın kendi siyasal statüsünü hür iradeyle belirlemesi; ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmesini serbestçe sürdürmesini ifade etmektedir. Bu hakkın uluslar arası belgelerde düzenlenmesinde, kolonyalizme karşı verilen mücadele belirleyici olmuştur. Halkların kendi kaderini tayin hakkı, BM çerçevesinde hazırlanan ve ilk iki kuşak hakları düzenleyen Kişisel ve Siyasal Haklar ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi’nin 1. Maddelerinde güvence altına alınmıştır.

“Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.”

1 Ağustos 1975’te imzalanan Helsinki Nihai Senedi’nde kabul edilen ve siyaset literatürüne Helsinki Deklerasyonu olarak geçen 10 ilkeden sekizincisi “halkların kendi kaderlerini belirleme hakkında eşit oldukları”nı belirtmektedir.

Aslında sorun “halklar”ı tanımlamaktan kaynaklanmaktadır. “Halk”ın kim ve ne olduğunu algılamamıza bağlı olarak self-determinasyon konseptini çok farklı uç noktalarda yorumlayabiliriz.

Temsili yönetim teorisine göre “halk” bir devletin etnik, dini, kültürel ve ırki olarak farklılıkları bağlamında vatandaşlarıdır. Bu durumda self-determinasyon hakkı sadece belirli bir devlet içerisindeki tüm nüfusun egemenliği anlamındadır. Self-determinasyon prensibinin bu versiyonu liberal demokratik anlayışı desteklemektedir. Devletin görevi egemenliği temin etmesidir ki bu da temsili yönetimde gerçekleşir.

Bu bakış açısı self-determinasyon sorusunu “ayrılma hakkı”ndan ayrıştırmayı hedeflemektedir. Self-determinasyon hakkı bir ülkede bütün vatandaşların eşit düzlemde demokratik süreç içerisinde ekonomik, sosyal, kültürel olarak sürece dahil olmalarıdır. Fakat ayrılma hakkı ise sadece toprak sorunu olarak vardır. Temsili yönetim anlayışı aynı zamanda uluslar arası hukukun temel prensibi olan sınırların ihlal edilmeyeceği anlayışı ile de uyumludur. Bu anlayışın temel esprisi özgür siyasi isteklerin uygulanması diğer haklarla birlikte o ülkenin sınırları içerisinde olmalıdır; o ülkeye karşı değil.

Bir diğer yönüyle konsept net objektif kriterlere göre tanımlanır ki bunda; ırki, etnik, dini, kültürel, dil, coğrafya ve bölgesel yoğunluk etkilidir. 1972’de Doğu Pakistan’ın ayrılarak Bangladeş’i kurması sırasında Uluslar arası Hakem Komisyonu raporunda anlatıldığı gibi bu noktaları halkın başlıca tarihi ve ideolojik özellikleri belirlemektedir.

Bir kez bir halk kendi farklılığının ve ayrıcalığının farkına varırsa o kendi ilişkilerine ve işlerine karar verme hakkına sahiptir. Toprak “halk”ı tanımlayan kriterlerden bir tanesi olduğuna göre milli self-determinasyon sadece belli bir etnik grubun kendi devletine sahip olma hakkı olarak dar anlamda yorumlanmaya meyillidir. Bu durumda self-determinasyon hakkı ayrılma hakkını da içermektedir. Böyle olduğunda aynı sınırlar içerisinde yaşayan etnik gruplar içerisinde ulusal self-determinasyon hakkının etnik olarak algılanmasından dolayı sahiplik anlamında devletin kime ait olduğu noktasında anlaşmazlık ve kargaşa çıkabilir. Kural olarak devletin hakim milleti dışında çoğunluğu oluşturan gruplara “ulusal azınlık” denmektedir. Bu ifade yabancı bir ülkede yaşandığını belirtmektedir.
Özerklik, kavramsal olarak daima özgürlükle ilişkilendirilmiş ve bir özgürlük sağlama tekniği olarak veya buna yakın anlaşılmıştır. Bu yüzden de, özerklikle ilgili tüm yaklaşımlar "demokrasi" içinde anlam ve açıklık kazanırlar. G. Sartori, siyasal özgürlükle ilgili başlıca üç hukuksal korunma yolu olduğunu belirtir. Bunlar: yasaların sağladığı koruma, hukukun üstünlüğü ve anayasal yoldur. Ancak bunlara ek olarak özgürlüklerle yasalar arasında dördüncü bir yol olarak kabul edilebilecek bir başka ilişkinin daha yer aldığı söylenmektedir ki, bu da “özerklik”tir.

Kant da özerklik ile özgürlük arasında bir ilişki kurar. Özerklik kavramının demokratik özgürlükle veya başka çeşit siyasal özgürlükle hatta hukuksal özgürlükle çok az ilişkisi olduğunu söyler. Dış ve iç özgürlük ayrımı yapan Kant’a göre kendi yasalarımızı kendimiz yapmamız özerkliktir. Özerklik, ahlaksal alanda insanın kendi vicdanının forumunda özgür olup olmamasıyla ilgili bir konudur. Siyasal özgürlük ise, bireyin dış zorlamalardan korunmasıyla ilgilidir.

Tam merkezileşme sıfır özerklik anlamına gelmektedir; tam özerklik de sıfır merkezileşme olacaktır. Özerkliğin azalması merkezileşmenin çoğalmasını sağlar. Soruna bu açıdan bakıldığında yerel özerkliğin, iktidarın tek elde toplanmasına karşı duyulan güvensizliğin bir sonucu olduğu ve bu nedenle merkezileşmiş devletten talep edilen özgürlüğün bir ifadesi olduğu söylenebilir.

Azınlıkların bir ülke içindeki varlıkları ve bu varlıklarını devam ettirme arzuları tabiatıyla aynı zamanda idari ve siyasi talepleri de ifade etmektedir. Bu durum özellikle “ulus devlet” ilkesi üzerine kurulmuş milli sınırlar içerisinde tek millet kabul eden anlayışlarla çatıştığı zaman ciddi problemler ortaya çıkmaktadır. Eğer milletin birliğini engelleyen farklı gruplar var ise bunlar ya asimilasyona tabi tutulacak ya da yok edileceklerdir.

Balkanlar’daki azınlıklar, tüm yurttaşlarına eşit haklar tanıyan bir devlet anlayışının hakim ulusal grubun üstünlüğünü örtme çabası olduğu kanaatindedir; öte yandan hakim gruplar da etnik azınlıkları potansiyel olarak komşu devletlerin “beşinci kolu” sayma eğilimindedir. Bu “etnoparanoya” unsuru, kolektif haklara bölgesel özerklik eşlik etmediği müddetçe azınlıkları hukuki garantilere güvenmekten alıkoyarken, hakim ulusal gruplar da parçalanma ve irredantizm korkusuyla özerklik tanımayı reddeder.

Bir başka yaklaşıma göre de azınlığa “kurucu ulus” statüsü tanınarak devlet içinde bir pay verilir; ayrıca azınlığın çoğunluk durumunda olduğu bölgelerde özerklik ile birlikte kolektif haklar ve yasama üzerinde de, bunu doğrudan etkileyen veto hakkı tanınır. Bunun tamamen risksiz olduğu öne sürülmemektedir elbette; ama içerdiği riskler, hakim ulusun, uzun vadede statükonun korunması için devlet denetiminin yeterli olacağı şeklindeki tezinin içerdiklerinden daha azdır. Bir devleti rahatlıkla tehlikeye düşürebilecek olan şey, bazen onu kurtarmanın tek yolu olabilir.

Bazı ülkelerde bireysel ve kollektif hakların taraftarları arasındaki tartışma teorik olmaktan ziyade önemli pratik sonuçları olan derecededir. Bundaki mantık Tibor Varady tarafından ifade edilmiştir. Kollektif hakların savunucularına muhalefet edenler “farklı olan kimliği ve kültürü yok etmeyi ve baskı altında tutmayı” amaçlamaktadır. Diğer yandan çoğunluk yani ana toplumun taraftarları, kollektif hakları yani din, kültür ve dil; “ayrılma yolunda gizli adımlar” olarak göstermekte ve tehdit olarak algılamakta. Sonuç, kutuplaşma sürecinin hızlanması, milliyetçi devletin azınlıklara karşı daha da gayrı meşru bir tavır içine girmesi ve bu “düşman” azınlıkların çoğunluktaki ulusun “kendi kaderini tayin hakkı” için zararlı unsurlar olarak sunulması olmuştur.
Balkanlar’da Müslüman azınlık topluluklarının durumu ve benimsedikleri kimlik çeşitleri son beş yüzyılda çokça değişim gösterdi. Osmanlı döneminde Balkan Müslümanları, yönetimdeki toplulukla aynı değerlere sahip olmanın yasal ve sosyal imtiyazını gördü. Genel anlamda durumları 19. yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan Balkan millî yönetimlerinin idaresi altında kötüleşti. I. Dünya Savaşı’nın ve Balkan ulusal devletlerinin son zaferinin ardından Balkanlar’daki Müslüman nüfus önceki miktarının küçük bir parçası haline geldi.

18. yüzyılın sonlarına doğru milliyetçilik akımının artmasıyla birlikte Hristiyan milliyetçiler Balkanlar’da Müslüman nüfus “problemiyle” karşılaşmaya başladı. Müslümanlar ulusal devlet oluşturma planlarına dahil edildi ama daha çok sürülmesi gereken yabancılar olarak addedildi. Kimi durumlarda, Müslümanlar egemen olan millî topluluğun “dönek üyeleri” olarak algılandı ve bunların topluluğa geri döndürülmeleri gerektiğine inanıldı. Çok az durumda ise Müslümanlar yalnız bırakıldı ve daha nadir durumlarda ayrı etnik ya da millî grup olarak görüldü. Milliyetçiliğin artması ve Balkan ulusal devletlerinin kurulması da Balkan Müslümanlarını zor bir durum içerisine soktu. Bazıları Osmanlı İmparatorluğu ile diğerleri de yönetimde olan millî grupla bir tutuldu.

“Biz” ve “onlar” yani Sırp halkı ve Sırbistan’da yaşayan diğer halklar arasında süregiden tansiyon bu duruma güçlü bir örnek teşkil etmektedir. Bu tansiyonun kökleri Sırp devletinin anayasası tarafından desteklenen milliyetçilik politikalarında ve tek Sırp etnik resmini meşrulaştırmak için liberal prensiplerin kullanılmasında yatmaktadır. Yugoslavya Avrupa Azınlıkları Konvansiyonu’nu 3 Aralık 1998’de meclisinde onaylamıştır. Yugoslavya’nın konvansiyonu onaylaması azınlık meselesini Konvansiyon’un prensibine göre değerlendirmesi gerektiği anlamına gelmektedir.

Yugoslavya genelinde Tito yönetimi tarafından tanınan ulusların hepsi aslında azınlık durumundadır. En kalabalık nüfusa sahip Sırpların oranı, Yugoslavya nüfusunun üçte birinden biraz fazladır. Uluslar, yönetim tarafından “milliyet” olarak adlandırılan azınlıklar ve geriye kalan gruplar, Yugoslavya’da gerçekten bir mozaik görünümü oluştururlar.

Uluslar genelde, kendi Cumhuriyet sınırları içinde çoğunluktadırlar. Sırplar, Sırbistan dışında, Bosna Hersek, Hırvatistan ve Makedonya Cumhuriyetlerinde azınlık olarak bulunur. Aynı şekilde Hırvatlar, Hırvatistan dışında kalan yerlerde azınlıktadır. Yugoslavya’da bazı bölgelerde çoğunluk oluşturanlar, azınlık muamelesi görebilmektedir. Kosova ve Sancak bunun en bilinen örneklerini oluşturmaktadır.

__________________
Gender_Bay Çevirimiçi durumu